Yansıtanlar, yansıyanlar, yanılanlar…
Geçenlerde izlediğim Frankenstein’ın ilk sinema uyarlamasının uzun süredir etkisindeyim (şu yazı sonucu). Mary Shelley’nin daha 19-20 yaşındayken yazdığı roman boyutlar zamanlar atlayıp Thomas Edison’un ellerinde bir filme dönüşmüş. İşte burada:
Çok fazla sinema tekniğinden anlamam ama aynanın perspektif için kullanılması ve sonunda Frankenstein’ın yaratığının aynada kendi görüntüsüne katlanamayıp aynanın içine geçmesi, yani yansımanın kendisi olması ve o yansımaya hapsolması çok çarpıcı. Dahası, Frankenstein kendi yarattığı canavarın aynadaki görüntüsüne bakarken bir an için Frankenstein ve yaratığı birbirine geçer gibi: Frankenstein = canavarın ta kendisi.
Yetmezmiş gibi arkada çalan müzik de harika uymuş: Danse Macabre, Fransız besteci Camille Saint-Saëns tarafından 1875’te yayınlanan parça.
Sözlük tanımına göre anlamı: dance of death, yani ölümün dansı. Tiyatro performanslarına gerçek ya da teatral ölümün gücünü göstermek adına dahil edilmiş bir konsept gibi anladım ben. 1818’de genç bir kadının hayalgücünün 1875’te bir müzisyenin ilhamıyla birleşip 1910’da bir mucitin kamera kayıt sistemini denemek istemesi ve dönemin klasik tiyatrocuları tarafından canlandırılması sonucu 2022 akıl savaşçısına ulaşan yolculuğu…
200 yılda değişen onca şey varken bu eserin ve yorumlamalarının bizimle bağ kurduğu nokta tam olarak neresi? Ya da, Edison’u bu filmi çekmeye yönelten sebeplerle benim Iced Earth’ün en sevdiğim şarkısının Frankenstein olmasının bir ortak yönü var mı?
I will create in my own image
If God can then why can’t I?
No thought of the consequences
I’ve got to know the meaning of life
Hatta bir de şarkının utandığım bi kavır’ını da yaptım 😀
Frankenstein’ın izini süren ben, sanırım 2019 yılında Benedict Cumberbatch tarafından canlandırılan ve London National Theather tarafından yayınlanan versiyonunu sinema salonunda izlemiştim. Belki İngiliz gotik kültüründen gelen bir Frankenstein’ı bugünkü en iyi İngiliz aktörlerden birinin canlandırması kendi kültürel devamlılıklarıyla açıklanabilir. Peki bana n’oluyor? Niye bu eserden bu kadar etkilenmişimdir?
Sanırım eserdeki biliminsanı figürü beni öncelikle cezbeden faktör. Tabi yıllar geçtikçe ve ben bilimsel olarak olgunlaştıkça öyle tüp içinde sıvıları karıştırmakla pek bilim olmayacağını öğrenmiş oldum. Ama, şimdi de kendimi ters giden deney sonuçlarıyla ilişkilendiriyor olabilir miyim? Artık çılgın biliminsanı figürü maalesef bana çok yaratıcı gelmiyor hatta bunun yeni biliminsanlarını olumsuz etkilediğini düşünüyorum. 1- Bilime katkı yapabilmek için kimsenin çıldırmasına gerek yok 😀 2- Çılgınca deney yapmak, psikopat gibi çalışıp rekabetçi olmaya evrildi ki bu bilimin piyasalaşmasının sonucu biraz. 3- Deneyciliği alalede çılgınlık gibi göstermek bilimin sistemli işlenişine ters. 4- Kötü deney sonucundan bu kadar korkmamak lazım 😀
Eserde en çok etkilendiğim tasvirlerden biri de yaratığın o ilk doğuşu: sanki kir pas içinde gibi, eli ayağı tam tutmuyor (görsel olarak direkt Benedict Cumberbatch versiyonunu canlandırıyor olabilirim). Yani, doğum neden bu kadar biçimsiz? Aslında, sanırım gerçekçi de bu kısmı. Hiçbir bebek pudralar içinde doğmuyor; o plesentalar, akan sıvılar, belki kan… Doğum sancısını hem yaratıcı hem yaratık yaşıyor gibi. Ve yaratık soruyor: ‘Beni neden yarattın?’
Tam bu noktada aklıma istemsizce ‘Ben insan değil miyim?’ parçası geliyor:
Ben insan değil miyim?
(Ben insan değil miyim?)
Ben kulun değil miyim?
(Ben kulun değil miyim?)
Tanrım dünyaya, beni sen attın
Çile çektirdin, derman arattın
Madem unutacaktın
Beni neden yarattın
Nedense bu versiyonunu daha çok seviyorum şarkının. Adalet mi bu diye bir serzeniş var. Hem dünyaya çirkin gelelim, hem de zar zor yaşamaya zorlanalım! Romanda ve sahnelenişinde de öyle bir ton var ki ben kendimi yaratığa hak verirken buluyorum hep. Belki de beni esere bağlayan diğer güçlü özellik bu. Bana da özgü olmayabilir bu bağlanış. Biraz varoluşsal sıkıntı gibi. Birazcık özgürleşen her beynin kendi düşünce aleminde girdiği bir konudur bu sanırım: Ben niye burdayım? Hayat amacım ne? Ne diye geldim bu kaosun içine? Yani aslında bu yaratık, bizim de bir yansımamız olabilir mi? O aynaya sıkışan, kendi benliğini aşamayan, çirkin ve mutsuz yaratık? Ya da, Frankenstein aslında görünürde hayata karışan benliğimiz, aynaya hapsettiğimiz ise pişmanlık duyduğumuz karanlık alt-benliğimiz?
Romanda biraz zayıf bulduğum nokta yaratığın, yaratıcısının sevgisini/sevgilisini kıskanması. Bu şu an bana klişe geliyor ama belki Mary Shelley 20 yaşında 1818’de yazarken çok yaratıcı bir fikirdi 😀 O kısımla özdeşleşememenin nedeni belki de bu dünyada benim gibi yaratıkların olması ve o kadar da yalnız olmamam 😀 Yani, belki ilk düşünme yetisi kazanan insan kendini büyük dinazorların, dev kertenkelelerin yanında eksik/fazla ve de yalnız hissedebilir. Sevemez, sevgisini paylaşamaz, hatta kıskanamaz bile büyük ihtimalle. Ya da bilemiyorum, etrafındaki kuşlara bakıp ‘ah çifte kumrular’ der mi?
Bir de romanda hep hissetiğim bir kabus – uyuma – uyanma teması var ki büyük ihtimalle Mary Shelley’nin kitabın önsözünde de anlatıldığı gibi gerçekten gördüğü bir düş veya kabustan etkilenmesi sonucu yazığı bir roman bu. Örneğin, Frankenstein deneyi başlatıp uyumaya gidiyor ki bence çok mantıksız böyle yapması 😀 İnsan sonucunu merak eder ya da başında durur. Saf bilimsel merak bile biliminsanını ayakta tutmaya yeterdi. Uyanınca gördüğü manzara karışısında da mesela sinema versiyonundaki aktör gözlerini ovuşturuyor, hala rüya mı diye anlamaya çalışıyor. Aslında, belki de kabustu bu? Romanda bu bence kesinlikle yok ama film versiyonundaki yorum biraz onu çağrıştırıyor bana. Sonuçta, yaratığı Frankenstein’dan başka kimse görmedi ki?! Aynada son bulan yaratığın hazin sonu, Frankenstein’ın uykudan uyanmasıyla bitmiş olabilir mi? Kitapta da dağlarda koşup kaybolup gidiyordu. Bir ekranlardan, aynalardan ya da anılardan silinme durumu var. Gerçekten, bu varlığın varoluşunun kanıtı ne?
Kafamda deli sorularla bu yazıyı noktalamak istiyorum. Eserin yoruma açıklığı beni çok daha mutlu ediyor. Rüyalardan kabuslardan konuşmuşken de yazıyı Aleyna Tilki Reyis’in Kabus parçasıyla bitiriyorum 😀
Biri beni benden çalan kabuslardan kurtarsın
İçimdeki çılgın biri duyup uyansın











Yorum bırakın