(…otosansür…) Hepsi bu kadar olsun şimdilik; çünkü ben şimdiye odaklanmak istiyorum: dinlediğim müziğe, aldığım nefese, hissettiğim şeylere, bildiklerime-bilmediklerime. Mesela şu an. Bir Melek Var. Benzedim yine boş sokaklara. Her zamanki gibi. Soyutlarımdan mecazlarımdan uzağım. Neden? Çünkü acı gerçeklerle çok yüzleştim son aylarda. Ölüyorsam kime ne? Kimler bizi önemsiyor, bize değer veriyor ki? (…) Her zaman ayrılan birileri oluyor. Kıtalar bile ayrılıyor.

Evet. Müzik dinlemeden yazamıyorum sanırım. İşte geldi benim beş köşeli yıldızım. Anatolia’nın bağrından kopup Unspoken durumuna düşen sevgili Pentagram işte tam da şimdi Geçmişin Yükü’nden şikayetçi. Hepimiz gibi. Ağlatırken güldüren masallar ülkesi burası çünkü. En zor zamanlarımızı bile acı bir tebessümle hatırlarız. Bu kavram başka dillerde var mı hiç bilmiyorum. ‘Acı tebessüm’. Gölgelerle dolu yaşamlarımızda karanlık desek değil aydınlık desek, o da değil, bir garip arafta yaşayıp gidiyoruz. Gride değiliz, dikkatinizi çekerim, gölgeli yollarda yürüyoruz. Yol demişken, İki Yol var önümüzde, maviliklerden gelen ‘kara’larla devam eden. (Mavi Sakal->Karapaks) Birinin eksiği, birinin fazlası. Seçim sandığımız şeyler hep bir kandırmaca mı yoksa? Hedefler hep çok çok kolay olmuştu, çünkü. Bir bit yeniği olmasın burda? Nereye gideyim ben bu karmaşadan kaçmak için? Korkma bebeğim, diyebilecek yürek nerede hani? Ancak şarkılar söyleyebiliyoruz, o da içimizden. Aldırma gönül. Bir de deli gönül demişler. Esprisi varmış Dali, deli ve dahi olmak hakkında. Dali’yi sevmiştim; ama deli mi dahi mi bilmem.  O da içinden giden gitsin, demiş midir acaba? Aslında komik olurdu 🙂 Belki boyaları dökülünce demiştir onların ardından, bilemem. Sıradan izler bırakıyor mudur boyaları aklında veya tuvalinde? Bu konuda en iyi sözü Erkin Koray söylemiştir şüphesiz:

 “Bu resim(müzik), temelde ressamın yaptığı resimle aynıdır. Onunki elle çizilir, seninki de… Onunki ruhla çizilir, seninki de… O fırçasıyla çizer, sen penanla, mızrabınla… Yalnız iki büyük fark vardır aralarında: Bir: onunki elle tutulur, gözle görülür, seninki elle tutulup gözle görülmez. İki: Onunki herkes tarafından (resimden anlayan kişiden bahsediyorum tabii, müziği de dinleyenden) hemen hemen aynı algılanır, seninkisi ise ayrı… Müzik çaldığı zaman her insanın kafasında ayrı bir resim belirir. Beş milyar insan varsa, beş milyar ayrı resim…”  ERKİN KORAY

Şimdi Erkin Koray’a girersem çıkamam ki. Az sonra diyorum ve şimdiye layık olan Sing For The Moment’a atlıyorum. Rüyalarımıza, hayallerimize devam edelim. Rüya görmeye veya hayal kurmaya demedim, dikkat ediniz. Sözcüklerin kendilerine atıfta bulundum. Rüyadaysak rüyada kalalım, hayal dünyasındaysak orda olalım hep. Yani o eylemleri şu mavi-yeşil dünyamıza adapte etmeye çalışmayalım. Off ne biçim karmaşık cümleler oldu. Bu kadar mecaza hayır!

Bir Orhan Gencebay geçişi yaptım arada. Yazı yazamadım 🙂 Normalleşme adı altında liberalleştim ve Mor ve Ötesi’ne sıçradım. Aaaa ama ötekileştirmeyelim nolur birbirimizi, yazık. Aynı sınıfta olsak, aynı sınıftan olsak? Zor. Sen olmasan olmaz mıyım sanki? O da zor gibi… Hep bir sen oluyor ama özneler farklı oluyor. İlginç bir şey bu: Karşımızdakiler hep ‘sen’ ama hep bir başkası. Nasıl olabilir bu?

O romandaki hayali gerçek yapabilir miyiz? Ama şu mavi-yeşil dünyamızda? İmkansız mı? Nasırlı avuçlara çoktan razıyız. Bize zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan insanları hatırlatır. O ‘pahalı kitaplar’dan farklı onların yaşadıkları, ya da bizim yaşadıklarımız.  Durdu zaman, durdu dünya. Durmuşken insek mi?  Sormasınlar kim bu serseri, diye. Biziz işte. Benim, ‘sen’sin, (…), o, bu, şu… Ama değişmeyen bir ‘sen’ var: İşçisin ‘sen’ işçi kal!